Evet Levsel’in dehşet başarılı Nevizade Geceleri ve Ölüm Varmış yorumlarını koymuştuk bloga. Bu kez kendisiyle söyleşeyim derken iş büyüdü ve söyleşi GS dergisi Ekim sayısına giriverdi. Blogda da bulunsun diyerekten…
Önce kısa bir giriş: Levsel, Galatasaray aşığı olmanın yanında amatör bir müzisyen. Bir sürü gitar, davul ve karmaşık ekipmandan oluşan ev stüdyosunda yapıyor çalışmalarını. Alıyor GS tribün bestelerini, önce elektro gitarla çalıyor rifleri, sonra davul ve vokali harmanlıyor, ortaya alternatif heavy rock tadında eşsiz Nevizade Geceleri ve Ölüm Varmış yorumları çıkıveriyor…
Ve söyleşi:
- Levsel, müzikle ilgili çalışmalarından kısaca bahseder misin ?
Lise gruplarından sonra üniversite döneminde Taksim’deki çeşitli barlarda farklı gruplarla rock’n roll ve blues çaldım. O aralar yine kendi keyfimize göre daha sert müzikler yaptığımız beste grupları da oldu. Bir yandan da evde kendim bir şeyler yapıyordum. Sonra Amsterdam’a taşındığım vakit bir gruba dahil oldum. Bir E.P. çıkartıp konserler verdik. Şu an tekrar İstanbul’dayım ve yine birden çok grupla beraber çalıyorum.
-Nevizade geceleri, Ölüm Varmış gibi Galatasaray tribün şarkılarını, daha doğrusu bestelerini yorumlama fikri nasıl oluştu?
Yine Amsterdam’dayken, Amsterdam dışında Amstelveen’de bir arkadaşın evinde 2008 yılında Ali Sami Yen’deki Fenerbahçe maçını izledik. Nonda’nın kafasıyla kazandığımız maç. O maç bitti ben kendimi sokaklara attım, biraz içkiye de abanmışız sağa sola bağırıyorum, Fener’e çakmışız, şampiyonluğu yarılamışız, kolay değil! Sokakta çıt yok tabi, ufacık bir yer Amstelveen. Delirecem, yapıştım telefona İstanbul’u arıyorum önüme geleni, maç muhabbeti yapıcaz, galibiyetin tadını çıkarıcam! O an çok fena koydu gurbette olmak, şimdi dedim Sami Yen’de olmak vardı. Yutkunup eve gittik yapacak birşey yok. O aralar bayağı koymuştu Galatasaray’dan, İstanbul’dan, Galatasaray’lılardan uzak olmak. O dönemler düştü aklıma Galtasaray şarkıları yapmak yanlış hatırlamıyorsam.
-Nedir gurbet taraftarlığı, anlatsan?
Gurbet taraftarlığı sıkıntılı. Coşuyosun kuduruyosun bir ayar verebileceğin, ayar alabileceğin adam yok! Hani var tabi de, olduğu kadar. Bir Fener’liye bile hasret kalıyorsun ki giydiresin! Gerçi o 2008 şampiyonluğunu kanallarda bir tekneyle gezerek kutladık, bayağı bir inlettik Amsterdam’ı, o eğlenceli oldu.
- Galatasaraylılığın aileden mi geliyor?
Maalesef değil, babam Fenerbahçeli. Ama kendini bilmez olanlarından değil, Fener’li olduğundan çok futbol taraftarıdır. Oturup güzel maç izleriz beraber. Denizli – Fenerbahçe maçını izlerken Appiah’ın topu dışarı vurduğu pozisyonda benim dizlerim boşaldı, yere düştüm, nabız falan düştü, bir şeyler oldu. Peder bey maçı, şampiyonluğu falan bırakıp beni mutfağa taşıttı, maç bitene kadar orada tuttular beni. Gerçi maç bitti haberi geldiğinde yine ayılıp bayıldım o ayrı. Ben kendimi bildim bileli fanatik Galatasaraylıyım bir şekilde. Ankara’dan İstanbul’a taşındığımız günü hatırlıyorum, tam bizim 1987’de Eskişehir’le oynadığımız şampiyonluk maçı bitmiş, köprüden geçiyoruz, belediye otobüslerinin o küçük camlarından insanlar sarkıyor ellerinde bayraklarla şampiyonluğu kutluyorlar. İstanbul’a taşındıktan sonra okulum Florya’daydı, çekiyor demek bir şekilde. Yine ilk çalıştığım ofis Ortaklar Caddesindeydi, stadın dibindeydim. Takım otobüsünün geldiğini görür sonra giderdim maça. Hayatımın en mutlu günlerinden biri, takımın Atatürk Havaalanı’na Uefa kupasıyla indiği gündür.
- Kombinen var mı ?
Kombine hiçbir zaman almadım, yeni açık biletimi alır giderim maça. Bizim tayfayla sokakta içeriz, sonra ayrılırız ben yeni açığa geçerim, onlar kapalıya. Pardon, olimpiyat stadı senesinde vardı kombinem, kale arkasındaydım, almayanı dövüyolardı.
-Tekrar müzik! Nevizade Geceleri Rock versiyonunu Hollanda da mı yaptın ?
Evet Hollanda’da, Skibbe döneminde yapmıştım yalnış hatırlamıyorsam. Evde bir odaya doldurdum gitarları amfileri, bir laptopla hazırladım. Alet edevatın büyük kısmı İstanbul’da olduğu için kötüydü o kayıt. Sonra koydum youtube’a, millet çok sevmiş. Sırf benim yayınladığım yerlerde bayağı tıklandı, bir de insanların alıp koyduğu yerler de var. Bayağı bir yayıldı. Bir gün resmi sitede, bir gün forma tanıtımında kullanılmış. Zaten derdim de buydu, insanlara ulaşsın, gece kafayı çeken Galatasaraylılar coşunca açsın dinlesin, söylesin. Geçen ay da Ölüm Varmış Korku Varmış’ın rock versiyonunu yaptım, saldım internete. O da Hollanda’dan kalma bir fikirdi, buraya döndükten sonra yapmak kısmet oldu.
-Besteleri neye göre seçiyorsun , neden bu ikisini seçtin?
Bir kere Galatasaray ve Galatasaraylılık ile ilgili olan, Galatasaray’ı sevdiğimiz için söylediğimiz besteleri seviyorum. Diğer takımlara söylediğimiz besteleri değil, kendi takımımıza. Sonra kafamda rock formatında bir kuruyorum şarkıyı, iyi bir rock riff’i de gelirse tamamdır.
-Ölüm varmış korku varmış’ın kapanışındaki son paragraf tribünde söylemediğimiz bir kısım, ama çok da hoş olmuş bu haliyle…
O kısmı çok sıkı Galatasaray’lı olan bir arkadaşım yazdı, sözlerin samimiyetine çok inandığım için koydum.
-İki şarkıda da laylaylı bölümler var, seyirciyi pardon dinleyiciyi acaip galeyana getirici…
Var. Ben yazıyorum o kısımları. Lay lay bizim tribünde önemlidir. Tezahüratın pek coştuğu yerdir nihayetinde orası. Taraftar görevini yapar sözleri söyler, lay lay kısmında da eğlencesine bakar. Tezahüratta laylay esastır. Suratta acımsı ifadeyle söylenir.
- Başka tribün bestelerine de el atmayı düşünüyor musun?
Bir iki tane kendi yazdığım Galatasaray şarkısı var, fakat ben tribünün hali hazırda severek söylediği besteler üzerine bir şeyler yapmayı seviyorum. Aklımda yeni bir tane var ama bilmiyorum ne zaman yaparım.
- Tribünün profilini düşünürsen bu sert ve farklı tarzın sevileceğini düşünüyor musun ?
Valla ben Nevizade’yi yaparken hiç bu kadar sevileceğini beklemiyordum. Bizim bestelerin büyük coğunluğu ‘demode pop’ dediğimiz örnekler üzerine söylenmiş şeyler. İnsanlar o tona daha alışık tabi.
- Peki ileride bu iş nereye gider, kafanda neler yapmak var?
Tribünde severek söylediğimiz 8-10 bestenin rock versiyonlarını güzel bir prodüksiyonla bir cd’de toplayıp, taraftar albümü gibi Galatasaray’lılara ulaştırabilmeyi isterim. Bu yeni kaydı (ölüm varmış) biraz daha düzgün hazırladık, fakat video siteleri kaliteyi düşürerek yayınlıyorlar. Daha düzgün dinlenebilmesi için mp3 formatını da koydum gerçi. Düzgün bir prodüksiyonla bir cd hazırlansa, GS Store’da bulunabilse, stadda çalınsa... Daha da ne isteyeyim?
Not: İlk iki foto dergiden Tuncay Şen'e aittir...
Alternatif etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Alternatif etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
19 Ekim 2010 Salı
26 Haziran 2010 Cumartesi
Mezbahadan Kokorecciye:-)
Till denen azman konserin ilk gunu mezbahada önlükle şovunu sergiledikten sonra soluğu rehberi Şeyda Babaoğlu ile kokoreccide aldı:-) Yani Rammstein kokorec yasağına karşı!!! Bu arada Şeyda Hn. Rock fm'in baba dj'i Metehan Çakır'la evlidirler, ona göre...
25 Nisan 2010 Pazar
Mutlu Mogol yok artık!
Cuma sabah mogolların 94 albumunu dinlemiştik eşimle. Eski grupların uzun aralardan sonra bir araya gelip yaptıkları albumler genelde güzeldir, 94 de öyle. Cumartesi akşam haberlerinde ise Mogolların bateristi Engin Yörükoğlu'nun öldüğünü duydum:( Canlı yayına bağlanan basçı Taner Öngür de, "Engin'in, ölüm haberi sonrasında dahi sağken yaptığı esprilerden dolayı kendilerini güldürdüğünden bahsetti." Yani mutlu Mogolu kaybettik, kendi kulübü Jazzstop'ta nice gence müzik ve hayat dersi veren Yörükoğlu'nu:( Mekanı cennet olsun. Uğurlar olsun...
9 Mart 2010 Salı
Üç kişilik Dev Orkestra: RUSH
Bu grup ne biçim müzik yapıyor ya, bu akorlar sinth’ler bir şeye benzemiyor. İyidir oğlum bu grup, bateristleri de dünyanın en iyisiymiş. 80’lerde bu muhabbetler dönmüşse muhakkak konu Rush’dır. Yaptıklarının anlaşılmamasının nedeni de 70 ve 80’lerde henüz progresif metalin icat olunmamasıdır. Yani bu dönemde prog rock grubu yığınlaydı ama Rush kadar serti yoktu. Bügün Dream Theater, Spock’s Beard, Porcupine Tree gibi önemli gruplar var piyasada ki bu türün yolunu açan Rush’dır…
İlk Rush’ı bir toplama rock/metal albümünde dinlemiştim. O zamanki müzikal birikimimle ne yaptıklarını çok anlayamadım ama kaliteli ve özgün olduğunu elemanların virtüözite sınırlarında olduğunu da idrak etmiştim. 90’larda progresif’e kaydığımda da tüm albumlerini toparladım.
Çok acaip kuralları olan istikrarlı bir Kanada grubu Rush. Bu haliyle Anvil’ı anımsatıyorlar. Düzenli albumler, her 4 albumde bir konser albumu. Bunlar herkezin bildikleri kurallar… Onları diğer gruplardan ayıran en önemli özellik albumdeki tüm seslerin aynı anda grup elemanlarınca yapılabilmesi ve bundan ötürü konserde şarkıları aynen icra edebilmeleri. Çok anlaşılır bir şey yazmadığımı farkettiğimden biraz açayım. 78 Hemispheres albumuyle grubun beyni, solist ve basçısı Geddy Lee, synth de çalmaya başladı. Ancak bas, synth partisyonları o kadar ustaca düzenlenmişti ki birbirleriyle hiç kesişmiyordu. Bir de bu ikisini yaparken vokali de aksatmıyordu! Beyninde ekstra bir lop olabilir:) Yani teknoloji, üste kayıt gibi katakulliler yapmadan studyoda nasıl çalıyorlarsa konserde de aynen çalar Geddy Abi ve diğerleri. O yüzden Rush’ın her studyo albumu çok değerlidir, ama konser albumleri bulunmaz nimettir.
İkinci acaip fark baterist Neil Peart’dır. Baterist demek hakaretamiz olabilir zira o dünyanın en iyi perkusyoncusudur tartışmasız. Vurmalılarla tek başına olağanüstü müzikler yapabilir. Geldiği son nokta Rush In Rio’daki O Baterista’ydı. (Daha iyisini yapana kadar en iyisi bu:)) En iyi enstrumental Grammy adaylığını kılpayı kaçırmıştır bu dehşet performans. Üçüncü acaip fark da bir rock / metal grubunda gitaristin bu kadar arka planda kalmasıdır. Lifeson’la alakalı değil durum ki canavar gibi çalar her tür gitarı, sorun Geddy ve Peart’ın aynı anda bir kaç kişilik performans göstermeleriyle alakalı…Dördüncü ve sonuncu: Kötü Rush albumu ya da şarkısı yoktur, hatta rivayet edilir ki dünyanın en dandik şarkısını verin ellerine adam etsinler, tabi bu olamaz Rush sadece kendi şarkılarını çalar. Gerçekten şarkı standartları ortalamanın çok üzeridir. Tabii ki daha iyi ve çok iyi şarkıları vardır, ama kötü Rush parçası yoktur, olamaz. En azından elemanların performansı için dinlersiniz…
Albumlere zıplarsak, ilk album Led Zeppelin esintileri taşır. Bu albumun en beğenilen şarkısı grup tarafından konserlerde de çalınan Working Man’dir. Bu albumden hemen sonra bateriye Peart geçer ve grup o günden bugüne aynı kadroyla gelir! Aradan yıllar geçtikten sonra Dream Theater ilk albumunde feci bir Rush esinlenmesi ile girmişti piyasaya. Yani ilk albumler genelde grubun tarzını arama albumleridir, mazur görmek lazım bunları. Ama sonrasında Zeppelin’i Rush öyle bir uçurdu ki sanırsınız Apollo…
İkinci albumle progresif öğeler girer müziklerine. 12 dakikalık Necromancer ve 20 dakikalık The Fountain Of Lamneth’la 70’lerin prog gruplarına benzer Rush. Uzun prog parçaları birbiriyle melodik olarak bağlı da olabilir, irili ufaklı farklı melodiler birbirine ustalıkla bağlanadabilir. Necromancer ağırdan hızlıya ritmlerle gider, pat diye durur, tekrar başa döner. Lamneth ise akustik başlar, sonra coşar. Lamneth daha epik, melodiktir Necromancer’a göre ve ilk baba Rush parçasıdır bence… Bu album az satan albumlerinden olur Rush’ın. Kritikler uzun parçalara bağlar az satışı, ama Rush müziğinden ödün vermez!
Fly by night albumunde aynı adlı parça, Anthem, uzun parça By Tor And The Snow Dog diğerlerinin önüne çıkar. 74’de çıkan 2112 albumunun ilk yüzü baştan sona konsept bir şarkıdır, mükemmeldir. B’nin açılış parçası A Passage To Bangkok da iyidir, bu şarkının konser versiyonlarında Lee’nin girişte yaptığı uzakdoğu efektini Peart cowbell’le yapar. Nadir farklı konser yorumlarından olur Peart da bateristten öte nasıl bir adam olduğunu, kısaca farkını ortaya koyar. 2112 o döneme kadar en çok satış yapan albumu olur, Rush böylece o güne kadar hakkındaki kritikleri, söyleyenlerin münasip bir yerine koyduktan sonra kendi yolunda devam eder. A Farrewell to kings ve Hemispheres albumleri çok iyidir. Hemispheres’le birlikte Geddy Lee Synth de çalmaya başlamış sanki gruba bir eleman daha dahil olmuştur. Şarkı ayırdetmek mümkün değil, farklı konserlerde bu iki albumun hemen her parçasına yer verirler.
80’lerle birlikte Rush’ın artık popülerleştiğini, ciddi bir hayran kitlesi oluşturduğunu görüyoruz. Permanent Waves’de Free Will ve bir çoğunun en favori Rush albumu Power Windows’da Tom Sawyer! Tom Sawyer, konserlerin en arananı, en katılımı yüksek olanı, Rush’ın en iyi parçalarından biri haliyle. Signals da önceki iki albumun biraz gerisinde kalsa da açılış parçası Subdivisions harikadır. Bu albumle çevre, yeni dünya düzeni, teknoloji gibi daha reel ve guncel sosyal konulara yönelir Rush’ın şarkı sözleri. Synth de pek uyar bu anlatıma. 84 Grace Under Pressure gene muhteşem, plak koleksiyonumun önemli bir parçasıdır. Rush’ın zirve dönemi devam ediyor. 85 Power Windows’da sinth’ler yoğun, bu dönemki sound’u daha az seviyorum. 87 Hold Your Fire ve 89 Presto ile zirveden biraz aşağı iniyor Rush, yani zirvenin eteklerindeler, ama hala özgün ve iyiler, orası muhakkak… Sound gene daha synth ağırlıklı, 80’lerin synth popunu anımsatıyor, o yüzden biraz uzağım bu döneme. 89 Show Don’t Tell ve 92 Roll The Bones da aynı sound ve çizgide hemen hemen. 93 Counter Partsla birlikte tekrar sertleşiyor soundları, Counterparts’ın kelime anlamı birbirini tamamlayan dişliler ki Rush’a cuk oturuyor.. Bu arada adı gibi harika da bir album! 96 Test For Echoes’dan favorim Driven! 2000’lerden favori albumum ise tabii ki Vapor Trails. One Little Victory’deki bateri ritmi inanılmaz, konserde Peart’ın bu ritmi döndüre döndüre çalışını görmek daha da inanılmazdı… 2004 Feedback EP’sinde kuruluşlarının 30. yılı şerefine sevdikleri, müziklerine yön veren eski grupların şarkılarını yorumluyorlar. 2007’de son studyo albumleri Snakes And Arrows çıktı.
Kısaca en beğendiğim dönemleri 76-85 arası. Progresif, sinth ne ararsanız var bu dönemde, tabi uzun parçalar… Ama dediğim gibi Vapor Trails da çok güzel, konserlerinin hepsi birbirinden güzel… Dört gözle bekliyoruz Türkiye’ye gelmelerini…
Son olarak bu ayın albumune koyduğum Rock In Rio’dan bahsedeyim: Bu konser tüm zamanlarda en çok izlediğim DVD’dir. Her yönüyle, ses, görüntü, kurgu ve tabii ki Maracana Stadı’ndaki 40 bin futbol holiganıyla… Bu ülkeye ilk kez gelmelerinin de etkisiyle seyirci enstrumental şarkılarda dahi inanılmaz etkin ve kayıtta seyirci sesine hiç müdahele edilmemiş, hatta belki de edilememiş:) Rush’a başlamak isteyenler için de her dönemlerinden ve tarzlarından en iyi örneklerin yer aldığını söyleyelim… Her şarkı olağanüstü ama, adrenalinin had safhada olduğu Tom Sawyer, O Baterista, YYZ daha bir adım öne çıkıyor ki son iki parça enstrumental.
Seyirci katılımı konusunda YYZ’in ötesinde bir performans yapılabileceğinden de emin değilim, yani Maiden’ın Fear Of The Dark’ını ikinci sıraya attım. Belki Maiden sonradan geçer bu performansı ama Britanya’da değil ancak gene Latin Amerika’da yapabilir bunu!
İlk Rush’ı bir toplama rock/metal albümünde dinlemiştim. O zamanki müzikal birikimimle ne yaptıklarını çok anlayamadım ama kaliteli ve özgün olduğunu elemanların virtüözite sınırlarında olduğunu da idrak etmiştim. 90’larda progresif’e kaydığımda da tüm albumlerini toparladım.
Çok acaip kuralları olan istikrarlı bir Kanada grubu Rush. Bu haliyle Anvil’ı anımsatıyorlar. Düzenli albumler, her 4 albumde bir konser albumu. Bunlar herkezin bildikleri kurallar… Onları diğer gruplardan ayıran en önemli özellik albumdeki tüm seslerin aynı anda grup elemanlarınca yapılabilmesi ve bundan ötürü konserde şarkıları aynen icra edebilmeleri. Çok anlaşılır bir şey yazmadığımı farkettiğimden biraz açayım. 78 Hemispheres albumuyle grubun beyni, solist ve basçısı Geddy Lee, synth de çalmaya başladı. Ancak bas, synth partisyonları o kadar ustaca düzenlenmişti ki birbirleriyle hiç kesişmiyordu. Bir de bu ikisini yaparken vokali de aksatmıyordu! Beyninde ekstra bir lop olabilir:) Yani teknoloji, üste kayıt gibi katakulliler yapmadan studyoda nasıl çalıyorlarsa konserde de aynen çalar Geddy Abi ve diğerleri. O yüzden Rush’ın her studyo albumu çok değerlidir, ama konser albumleri bulunmaz nimettir.
İkinci acaip fark baterist Neil Peart’dır. Baterist demek hakaretamiz olabilir zira o dünyanın en iyi perkusyoncusudur tartışmasız. Vurmalılarla tek başına olağanüstü müzikler yapabilir. Geldiği son nokta Rush In Rio’daki O Baterista’ydı. (Daha iyisini yapana kadar en iyisi bu:)) En iyi enstrumental Grammy adaylığını kılpayı kaçırmıştır bu dehşet performans. Üçüncü acaip fark da bir rock / metal grubunda gitaristin bu kadar arka planda kalmasıdır. Lifeson’la alakalı değil durum ki canavar gibi çalar her tür gitarı, sorun Geddy ve Peart’ın aynı anda bir kaç kişilik performans göstermeleriyle alakalı…Dördüncü ve sonuncu: Kötü Rush albumu ya da şarkısı yoktur, hatta rivayet edilir ki dünyanın en dandik şarkısını verin ellerine adam etsinler, tabi bu olamaz Rush sadece kendi şarkılarını çalar. Gerçekten şarkı standartları ortalamanın çok üzeridir. Tabii ki daha iyi ve çok iyi şarkıları vardır, ama kötü Rush parçası yoktur, olamaz. En azından elemanların performansı için dinlersiniz…
Albumlere zıplarsak, ilk album Led Zeppelin esintileri taşır. Bu albumun en beğenilen şarkısı grup tarafından konserlerde de çalınan Working Man’dir. Bu albumden hemen sonra bateriye Peart geçer ve grup o günden bugüne aynı kadroyla gelir! Aradan yıllar geçtikten sonra Dream Theater ilk albumunde feci bir Rush esinlenmesi ile girmişti piyasaya. Yani ilk albumler genelde grubun tarzını arama albumleridir, mazur görmek lazım bunları. Ama sonrasında Zeppelin’i Rush öyle bir uçurdu ki sanırsınız Apollo…
İkinci albumle progresif öğeler girer müziklerine. 12 dakikalık Necromancer ve 20 dakikalık The Fountain Of Lamneth’la 70’lerin prog gruplarına benzer Rush. Uzun prog parçaları birbiriyle melodik olarak bağlı da olabilir, irili ufaklı farklı melodiler birbirine ustalıkla bağlanadabilir. Necromancer ağırdan hızlıya ritmlerle gider, pat diye durur, tekrar başa döner. Lamneth ise akustik başlar, sonra coşar. Lamneth daha epik, melodiktir Necromancer’a göre ve ilk baba Rush parçasıdır bence… Bu album az satan albumlerinden olur Rush’ın. Kritikler uzun parçalara bağlar az satışı, ama Rush müziğinden ödün vermez!
Fly by night albumunde aynı adlı parça, Anthem, uzun parça By Tor And The Snow Dog diğerlerinin önüne çıkar. 74’de çıkan 2112 albumunun ilk yüzü baştan sona konsept bir şarkıdır, mükemmeldir. B’nin açılış parçası A Passage To Bangkok da iyidir, bu şarkının konser versiyonlarında Lee’nin girişte yaptığı uzakdoğu efektini Peart cowbell’le yapar. Nadir farklı konser yorumlarından olur Peart da bateristten öte nasıl bir adam olduğunu, kısaca farkını ortaya koyar. 2112 o döneme kadar en çok satış yapan albumu olur, Rush böylece o güne kadar hakkındaki kritikleri, söyleyenlerin münasip bir yerine koyduktan sonra kendi yolunda devam eder. A Farrewell to kings ve Hemispheres albumleri çok iyidir. Hemispheres’le birlikte Geddy Lee Synth de çalmaya başlamış sanki gruba bir eleman daha dahil olmuştur. Şarkı ayırdetmek mümkün değil, farklı konserlerde bu iki albumun hemen her parçasına yer verirler.
80’lerle birlikte Rush’ın artık popülerleştiğini, ciddi bir hayran kitlesi oluşturduğunu görüyoruz. Permanent Waves’de Free Will ve bir çoğunun en favori Rush albumu Power Windows’da Tom Sawyer! Tom Sawyer, konserlerin en arananı, en katılımı yüksek olanı, Rush’ın en iyi parçalarından biri haliyle. Signals da önceki iki albumun biraz gerisinde kalsa da açılış parçası Subdivisions harikadır. Bu albumle çevre, yeni dünya düzeni, teknoloji gibi daha reel ve guncel sosyal konulara yönelir Rush’ın şarkı sözleri. Synth de pek uyar bu anlatıma. 84 Grace Under Pressure gene muhteşem, plak koleksiyonumun önemli bir parçasıdır. Rush’ın zirve dönemi devam ediyor. 85 Power Windows’da sinth’ler yoğun, bu dönemki sound’u daha az seviyorum. 87 Hold Your Fire ve 89 Presto ile zirveden biraz aşağı iniyor Rush, yani zirvenin eteklerindeler, ama hala özgün ve iyiler, orası muhakkak… Sound gene daha synth ağırlıklı, 80’lerin synth popunu anımsatıyor, o yüzden biraz uzağım bu döneme. 89 Show Don’t Tell ve 92 Roll The Bones da aynı sound ve çizgide hemen hemen. 93 Counter Partsla birlikte tekrar sertleşiyor soundları, Counterparts’ın kelime anlamı birbirini tamamlayan dişliler ki Rush’a cuk oturuyor.. Bu arada adı gibi harika da bir album! 96 Test For Echoes’dan favorim Driven! 2000’lerden favori albumum ise tabii ki Vapor Trails. One Little Victory’deki bateri ritmi inanılmaz, konserde Peart’ın bu ritmi döndüre döndüre çalışını görmek daha da inanılmazdı… 2004 Feedback EP’sinde kuruluşlarının 30. yılı şerefine sevdikleri, müziklerine yön veren eski grupların şarkılarını yorumluyorlar. 2007’de son studyo albumleri Snakes And Arrows çıktı.
Kısaca en beğendiğim dönemleri 76-85 arası. Progresif, sinth ne ararsanız var bu dönemde, tabi uzun parçalar… Ama dediğim gibi Vapor Trails da çok güzel, konserlerinin hepsi birbirinden güzel… Dört gözle bekliyoruz Türkiye’ye gelmelerini…
Son olarak bu ayın albumune koyduğum Rock In Rio’dan bahsedeyim: Bu konser tüm zamanlarda en çok izlediğim DVD’dir. Her yönüyle, ses, görüntü, kurgu ve tabii ki Maracana Stadı’ndaki 40 bin futbol holiganıyla… Bu ülkeye ilk kez gelmelerinin de etkisiyle seyirci enstrumental şarkılarda dahi inanılmaz etkin ve kayıtta seyirci sesine hiç müdahele edilmemiş, hatta belki de edilememiş:) Rush’a başlamak isteyenler için de her dönemlerinden ve tarzlarından en iyi örneklerin yer aldığını söyleyelim… Her şarkı olağanüstü ama, adrenalinin had safhada olduğu Tom Sawyer, O Baterista, YYZ daha bir adım öne çıkıyor ki son iki parça enstrumental.
Seyirci katılımı konusunda YYZ’in ötesinde bir performans yapılabileceğinden de emin değilim, yani Maiden’ın Fear Of The Dark’ını ikinci sıraya attım. Belki Maiden sonradan geçer bu performansı ama Britanya’da değil ancak gene Latin Amerika’da yapabilir bunu!
18 Şubat 2010 Perşembe
Portnoy A7X ile stüdyoda
Amerikalı metal(alt türleri çok çeşitli) grubu Avenged Sevenfold, aralık ayının sonunda davulcusu Jimmy "The Rev" Sullivan'ı kaybetmişti. O dönem x bir günün x bir saati evde mi işte mi olduğumu algılayamayacak durumda olduğum için atlamışım.
Bu üzücü olaydan sonra tabii herkes ne olacak diye beklerken, grubun resmi web sitesinde dün yapılan yazılı açıklamada, yeni albümlerinde hayatını kaybeden arkadaşlarının en sevdiği davulcu olan Mike Portnoy'un çalmayı kabul ettiğini açıkladılar.
Avenged Sevenfold'u 2006 yılında tamamı canlı yayınlanan Rock Am Ring festivalinde internetten izlemiştim ve sahnelerini epey beğenmiştim. Bazı hit parçaları dışında albümlerine çok girme fırsatım olmadı fakat çizgileri en bilinen tabirle metalcore/hardcore/punk/black metal gibi çok farklı türlerin karışımı olarak tanımlanıyor.
not: Hayatını kaybeden davulcu The Rev, fotoğrafta en soldaki.
25 Ocak 2010 Pazartesi
Erkin Babaya Saygı!
Evet daha önce Majesty yazmıştı Orphaned Land'i. Yeni Albumleri bugün çıkıyor: Albumun surprizi ise konserlerde çaldıkları Esterabim'i Erkin Babayla birlikte kaydetmeleri. Msn'den indirilebilecekmiş üstelik, saldırın durmadan...
19 Aralık 2009 Cumartesi
Orphaned Land Yeni Albüm
Benim çok sevdiğim, özel bir gruptur. Grup İsrail çıkışlı fakat İsrailli diyemeyiz, ortadoğulu diye tanımlamak daha doğru. Zaten dünya görüşleri de bölgedeki malum düşmanlığı tamamen dışlayan, insancıl ve barıştan yanadır tarafsız olarak. Türleri ise Oryantal Metal diye geçer çok yerde.
Yeni albüm Ocak 2010'da raflardaki yerini alacakmış. Yıllardır bekleniyordu. 1991 yılında faaliyetlerine başlamalarına rağmen çok albümleri olmayan bir grup;
- 1993 - The Beloved's Cry
- 1994 - Sahara***
- 1996 - El Norra Alila***
- 2004 - Calm Before The Flood
- 2004 - Mabool***
- 2005 - Ararat [E.P]
Şeklinde resmi çıkışları. Bunlardan yıldızlı olanlar albüm sadece... Mabool'dan beri bekleniyordu bu albüm, 6 sene sonra geldi. Çok aktif değiller, metal piyasasında bile çok popüler değiller fakat önenli eserler bırakıyorlar zamana, kıymetini bilmek lazım.
Resmi siteleri; http://www.orphaned-land.com
1 Ekim 2009 Perşembe
Diablo Swing Orchestra
Bu grubu bana bir süre önce kulak zevkine çok güvendiğim birisi önermişti. İlk başta bir iki şarkı dinledim, çok hoşuma gitti. Last.fm'de avangart ve senfonik metal yazıyor türlerine, ki doğru bir tanım diyebilirim. Grup İsveçli, 2003'de kurulmuş. İsminin hikayesi sitelerinde yazanlara göre şöyle;
16. yüzyılın başlarında aynı isimli orkestra, kutsal kiliseye karşı eleştirel bir bakış açısı ile müziğini icra etmeye başlar. Her sınıftan insan tarafından da çok beğenilir ve insanların bakış açılarını genişleten, düşünmeye sevk eder bu müzik. Tabiki bu kilisenin istemeyeceği bir şeydir, ve haklarında karşı kampanya başlatırlar. Onların, şeytanın yardımcıları, birer katil olduklarını söylerler. Baskılar karşısında, orkestra üyeleri birer haydut gibi yaşamaya, konserlerini gizli vermeye başlarlar. Herkesin katılamayacağı bu konserlerden sonra da, izleyiciler, kendilerine yemek bazen de yatacak yer vererek yardımlarını esirgemezler. Kilise daha sonra orkestra elemanlarını yakalamak için bilgi ve yardım edenlere yüklü miktarda ödül vereceğini söyler. Baskı iyice artmıştır, ve grup elemanları artık bu kaçak hayattan sıkılmaya başlamışlardır. Er yada geç yakalanacaklardır, çember iyice daralmıştır.
Bunun üzerine grup üyeleri, soylarından gelen kişilerin 500 yıl içinde orkestrayı tekrar kurup protest müziklerini ve fikirlerini yaymaya devam edeceklerini söyleyen bir pakta imza atar, ve yakınlarına mühürleyip verirler. Bundan sonra da son bir konser vermeye karar verirler. Halka açık bir yerde, binlerce kişinin katılımıyla bir konser düzenlenir. Konserde grubun müziği neredeyse duyulmaz izleyici çokluğundan ve şaşalı bir gösteri gerçekleşir. Son şarkı biter bitmez de, orkestra tutuklanır, hapse konur ve hepsi asılarak idam edilirler.
2003 yılında, orkestra üyelerinin soyundan gelen iki kişi, kazara bir müzik mağazasında tanışırlar. İkisi de aynı mektubu almışlardır. Çok heyecanlanırlar ve orkestrayı yeniden kurmaya karar verirler. 3 ay içinde de secereleri araştırarak diğer orkestra soyundan gelenleri bulurlar.
Kilise orkestra ile ilgili bilgileri yaktığından, tam olarak nasıl bir tarza sahip olduklarını bilmiyorlardır ve titiz tartışmalardan sonra müziğin eski orkestranın modern bir versiyonu olmasına karar verilir. Üyeler arasında iş bölümü yapılır ve atalarının onurlu mirasına sahip çıkıp, orkestrayı tekrar yaşatırlar.
Grubun müziği de resmi sayfalarından özetlediğim bu "hikaye" gibi oldukça garip. Eğer herşey aynı geliyorsa, bir değişiklik arıyorsanız, "The Devils Orchestra" lakaplı Diablo Swing Orchestra, biçilmiş kaftan.
http://www.youtube.com/watch?v=4NhCGFwy4aA
Diskografileri(umarım şimdilik);
- Borderline Gymns - EP (2003)
- The Butcher's Ballroom (2006)
- Sing-Along Songs for the Damned & Delirious (2009)
1 Mart 2008 Cumartesi
20 Yıllık Rap Metal niye Nu oldu?
Rap vokali metal riff’leriyle ilk birleştiren kimdi? 70’lerde olduğunu pek sanmıyoruz. Ancak 80’lerde ilk olarak o zaman pek tanınmayan Aerosmith’i iki rapci’den oluşan vw amblemli dev kolyeli Run DMC’nin arkasında görmüştük: Walk This Way! Bu şarkının klibinde rap, metalle dalga geçiyor gibi bir durum ortaya çıkmıştı ki rap’e iyiden uyuz kapmıştım. Sonra New York’un meşhur Bronx’undan gelen sıradışı thrash ve hardcore grubu Anthrax I’m The Man’le çıkageldi. Bu şarkının riff’i bariz bir Türk melodisiydi! Sonra Public Enemy adlı rap grubuyla birlikte soylediklerini ve konsere çıktıklarını duyduk. Gerçekten Anthrax bu sentezi güzel yapmıştı.
Attack of the killer B’s de yer alan Bring the noise’u çok tutmamıştım, ancak gene bu albumdeki Startin’ Up A Possie dehşet ötesiydi: Rap, punk, core, metal 4’ü bir arada!
Sonra Red Hot Chilli’den benzer şarkılar dinledik. Ama en çok ses getiren Faith No More’un çıkış albumu The Real Thing’deki Epic şarkısıydı ve senteze muhteşem synthler eklenmişti bu şarkıda. Son baba örnek ise Rage Against the machine’in ilk albumuydu. Bu albumde Killing In The Name, freedom gibi parçalarda insan kendini kaybediyordu. 90 başlarında rapi ağırlıkta sahiplenen siyahi kesimden rapmetal’e muazzam bir destek geldi: Body Count!
Tabi muziklerinde işlenen tema ağırlıklı olarak azınlık haklarıydı. Cop killa ve Born Dead gibi inanılmaz anarşi yüklü şarkılar yaptılar! Ancak bu saldırganlığa son verilmesi gerekiyordu ve duğmeye basıldı.
90 ortalarında ise gene synth kullanan Linkin Park ve Limp Bizkit pek tutuldu. Aslında yaptıkları önceki örneklere göre zayıftı, ancak popüler sound’lara daha yakın olduğundan tuttu ve niyeyse bu türe numetal adı uygun görüldü.
Linkin Park zaman zaman gitarları iyice geri plana atıp Depeche Mode sound’lu parçalar dahi yaptı. Limp Bizkitse daha çok mission impossible ve behind blue eyes gibi cover’larla tanındı. Ama bunları pek sevemedik, yapay zorlama geldi bize. Amaç gitar sololarının yerini abuk efektlerle, synthlerle doldurmak, metal dinlemeyen adamlara album satmak, bunu yaparken de metal etiketinden fayda sağlamaktı. Yani uzatmayalım nasıl Grunge, metalin yerine konup dayatıldıysa nu zırvası da rap metalin üzerine inşa edilmiştir ki nedeni harbi metalin sosyal sorunlara, azınlık haklarına, çevre sorunlarına yer vermesidir müzikte!!! Onlara uyanık değik uyuyan gençlik lazım malum…
Attack of the killer B’s de yer alan Bring the noise’u çok tutmamıştım, ancak gene bu albumdeki Startin’ Up A Possie dehşet ötesiydi: Rap, punk, core, metal 4’ü bir arada!
Sonra Red Hot Chilli’den benzer şarkılar dinledik. Ama en çok ses getiren Faith No More’un çıkış albumu The Real Thing’deki Epic şarkısıydı ve senteze muhteşem synthler eklenmişti bu şarkıda. Son baba örnek ise Rage Against the machine’in ilk albumuydu. Bu albumde Killing In The Name, freedom gibi parçalarda insan kendini kaybediyordu. 90 başlarında rapi ağırlıkta sahiplenen siyahi kesimden rapmetal’e muazzam bir destek geldi: Body Count!
Tabi muziklerinde işlenen tema ağırlıklı olarak azınlık haklarıydı. Cop killa ve Born Dead gibi inanılmaz anarşi yüklü şarkılar yaptılar! Ancak bu saldırganlığa son verilmesi gerekiyordu ve duğmeye basıldı.
90 ortalarında ise gene synth kullanan Linkin Park ve Limp Bizkit pek tutuldu. Aslında yaptıkları önceki örneklere göre zayıftı, ancak popüler sound’lara daha yakın olduğundan tuttu ve niyeyse bu türe numetal adı uygun görüldü.
Linkin Park zaman zaman gitarları iyice geri plana atıp Depeche Mode sound’lu parçalar dahi yaptı. Limp Bizkitse daha çok mission impossible ve behind blue eyes gibi cover’larla tanındı. Ama bunları pek sevemedik, yapay zorlama geldi bize. Amaç gitar sololarının yerini abuk efektlerle, synthlerle doldurmak, metal dinlemeyen adamlara album satmak, bunu yaparken de metal etiketinden fayda sağlamaktı. Yani uzatmayalım nasıl Grunge, metalin yerine konup dayatıldıysa nu zırvası da rap metalin üzerine inşa edilmiştir ki nedeni harbi metalin sosyal sorunlara, azınlık haklarına, çevre sorunlarına yer vermesidir müzikte!!! Onlara uyanık değik uyuyan gençlik lazım malum…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)